Perth Nasil Bir Sehir?
Tuesday, April 22, 2025 | By: Do Ebru Marbling
Masallardan duymuş kızım: “Anne, ne olur bir gün bize porridge yap,” dedi. “Çok merak ediyorum.” Hiç yemedim, yapmadım, nasıl yapıldığını da bilmiyorum ama bulmak zor değil; yulaf alıp internetten tarifini izledim. Bugün sabah kahvaltıda porridge yedik :) Çok ilginç geldi.
Birincisi, insanın hiç tadını bilmediği şeyleri denemesi –özellikle de yetişkinken, yani artık pek fazla "ilk" kalmamışken hayatında– çok farklı hissettiriyor.
İkincisi, yabancı bir öğretmen arkadaşım “gözümde tutuyor” diye tarif etmişti bu yulaf lapasını. Eh işte, o kadar süper lezzetli değil ama kötü de değil.
Üçüncüsü de bu sabah kahvaltıda bu tarifi denemek, insana bir çeşit “dünya vatandaşı oluyorum” hissi yaşatıyor.
Öyle işte… Küçük bir lapadan taa nerelere…
Geçen gün eski okuldaki asistan arkadaşım ile Swan Valley’e gittik. Yolda arı çiftliği, üzüm bağları, çikolata fabrikaları, nehir, şaraphaneler vs. sağımızdan solumuzdan akarken kendi kendime “Allah’ım, nasıl bir yer bu Perth, her şey var; bir insanın hiç canı sıkılır mı burada?” diye düşündüm.
Arkasından uzun yıllardır burada yaşayan arkadaşımla bunun muhabbetini ettik. Öğrendim ki benden farklı olarak, buranın oldukça sıkıcı olduğunu düşünen çok büyük bir çoğunluk var. Özellikle Avustralya’nın öteki şehirleriyle kıyaslandığında Perth çok uyuz kalıyormuş. Ötekiler canlı, hareketli, neşeli, gece uyumayan, insanların ve yaşamın hızlı aktığı, alışveriş açısından havalı şehirlermiş. Perth ise “ruhu çekilmiş insanların yaşadığı, ruhu çekilmiş bir şehir”miş. :)
Yazarken komiğime gidiyor; şablonlar, etiketler nasıl bir şehir imajı çiziyor, nasıl da etkiliyor duyguları... O konuşmayı yapıncaya kadar hayatımdan çoook memnundum ama şimdi içime kurt düştü. Acaba öteki şehirler nasıldır, diye merak etmeye başladım. Bana sorarsanız her şey çok güzeldi, tahıl ambarına düşmüş fare gibiydim!
Üstelik bu konuşmanın üstüne çok sevdiğim bir arkadaşımın da bu şehirden “çok sıkıcı ve küçük” olduğu için ayrılmayı planladığını öğrendim. İyiden iyiye kıllanmaya başladım :) Aman ben de bir şeyden geri kalmayayım!
Aklıma bir hikâye geldi.
Bir zamanlar bir kral “Bana ülkemdeki en mutlu adamı bulup getirin,” diye bir ferman salmış. Her yeri aramış, taramışlar. Herkesin ufak da olsa bir derdi, üzüntüsü varmış; kimse o “en mutlu, en huzurlu insan” tanımına uymuyormuş. Derken askerler, bir ormanın derinliklerinde kendi hâlinde bir ormancı bulmuşlar. Adam o kadar neşeli, hayatından o kadar memnunmuş ki gözlerinden mutluluk akıyormuş.
Sorduklarında da gerçekten kulübesinden, işinden, yaşantısından çok mutlu olduğunu söylemiş. Hemen adamı alıp krala götürmüşler. Kral, ülkesindeki bu en mutlu adamla çok gurur duymuş. Bu adamı bir hafta sarayında konuk etmiş; ona en güzel kumaşlardan kıyafetler diktirmiş, rahat yataklarda yatırmış, enfes yemekler yedirmiş.
Bir hafta sonra adam saraydan ayrılırken öyle bedbaht, öyle muzdaripmiş ki, krala beddualar etmiş, lanetler okumuş.
Sorduklarında ise:
“Bugüne kadar kendi yağımla kavrulup mutlu bir yaşam sürüyordum. Şimdiyse öyle güzelliklere şahit oldum ki… Bütün tadım tuzum, keyfim kaçtı. Artık hep o gördüklerimi özleyeceğim,” demiş.
Yani… Şu huzursuz insanoğluna dünyada rahat yok!
Sahip olmadıklarımızın kölesi, olduklarımızın ise nankörüyüz.
Bir şeye olan hevesimiz sadece elimize geçene kadar.
Türk filmlerindeki zengin fabrikatör oğulları gibi, birine, bir şeye sahip olduktan sonra hevesimiz kaçıyor.
O bir zamanlar canla başla istediğimiz şeyi, kirli bir mendil gibi bir kenara atıyoruz.
İşin kötüsü –kendi adıma konuşayım– sanki beynimde bir masanın üstünde cam bir fanus var.
O fanusun içinde ışıl ışıl parlayan bir obje var, bir şekilde onu alıyorum veya ediniyorum.
Hemen arkasından hoop yeni bir şey beliriyor. Bu sefer ona sahip olmak için uğraşmaya başlıyorum.
Sanki hayat o olmadan hiç devam etmeyecek gibi, sanki bütün mutluluğum ona bağlıymış gibi!
Oysa bu tuzağa düşmemek için bazen durup kendimle konuşuyorum ama neredeyse otomatiğe bağlamış olduğum için çoğu zaman farkında olmadan kendimi böylesi bir çıkmazda yakalıyorum.
Belki de ben böyle genlere, böyle bakış açısına sahip olduğum için bugün burada, bu ülkede bu hayatı yaşıyorum.
Ama gözden kaçırmamam gereken şey, durup sahip olduklarım için şükretmek ve onların tadını çıkarmak.
Artık Türkiye’de beynimi kemiren kaygılarımdan hiçbiri yok ama çalışkan beynim, varmış gibi aynı tempoda devam ediyor.
Okuduğum bilimsel bir yazıda, insan beyninde bugünkü yaşam koşulları yüzünden artık farklı bir eğilim oluşuyormuş.
Mesela TV’de soğuk bir bardak kola görürsen ve evde kola varsa ya da ulaşabileceğin bir yerdeyse, hoop, düşünmeden hemen kalkıp onu alıyormuşsun.
Beyin bu tür istekleri filtre etmemeye başlıyormuş bir süre sonra.
Eski zamanlarda, yoklukta, imkânsızlıkta, nerede her istediğini hemen almak?
İster istemez bekliyordun.
Ama şimdi gittikçe doyumsuzlaşıyoruz.
Canımız ne istediyse –çay/kahve/dondurma/müzik/film/kitap/duş/uzanmak/uyumak/gezmek
çocuklar için –paten kaymak/bisiklet/trampolin/iPad/oyuncak/Skype– hemen yapabiliyoruz.
Canımız istemeyi hiç bırakmıyor ama arkasından gelmesini umduğumuz, beklediğimiz mutluluk ve tatmin hiç gelmiyor.
“O kadar da şey değilmiş…” diyen bıkkın bir ses duyuyoruz, o kadar!
Ben yetişkinim ve bunların farkında olmak, değiştirmek için bir adımdır.
Ama çocuklarımız başlarına ne geldiğini anlayamadan,
“Canım sıkılıyoooo” nidaları eşliğinde, sebebini bilmedikleri bir tatminsizlik batağına düşüyorlar.
Bu yüzden kendime diyorum:
Onları eğlendirmek zorunda değilsin.
Bırak biraz canları sıkılsın.
Psikologların dediği gibi: “Be bored honorably.”
Konu nereden nereye geldi, bilmiyorum nasıl oldu.
Haydi ben kaçtım, gidip şöyle bir çay içeyim de keyfim yerine gelsin.
0 Comments