2016
Geçtiğimiz hafta Kemal işinden iki günlük izin aldı; hafta sonuyla birleştirip güneye doğru dört günlük küçük bir yolculuğa çıktık. Dün döndük ve daha taze tazeyken izlenimlerimi yazmak istedim.
Perth malum, diğer büyük şehirlere uzak, biraz yalnız bir şehir. Ama aslında kendi içinde örümcek ağı gibi genişleyen, her köşesinde sürpriz saklayan bir yapısı var. Bu kez yaklaşık 200 kilometre güneye, Busselton’a doğru yol aldık.
Busselton’da konakladık. Güney yarımkürenin en uzun iskelesi burada—tam iki kilometre boyunca denizin içine uzanan, muhteşem manzaralı bir yapı. Eski zamanlarda Karri ve Jarrah gibi çok kaliteli ağaç türlerinin tüm dünyaya ihracı için kullanılan bu iskele, bugün turistik bir cazibe merkezi. Akıntı sistemleri nedeniyle iskelenin ayaklarında zamanla doğal bir mercan resifi oluşmuş. Hem güneyden gelen soğuk akıntı hem de tropikal akıntılar bu bölgede birleştiği için buradaki deniz yaşamı inanılmaz çeşitlilik gösteriyor.
İsterseniz kişi başı 3 dolara yürüyerek iskeleye girebiliyor, isterseniz küçük trenle iskelenin sonuna kadar gidebiliyorsunuz. Iskelenin en ucunda da sualtı gözlem merkezi bulunuyor. Rehberler çok kibar, sürekli “bilet aldığınız için teşekkür ederiz, bu sayede topluma katkıda bulunuyorsunuz” diye hatırlatıyorlar. Sualtı pencerelerinden doğal yaşamı izlemek mest edici—parlak anchovy sürüleri, büyük somon balıkları, mercanlar, yengeçler… Rehber, gözleri kocaman bir balık sürüsünün orada uyuduğunu söyledi; çünkü gece avlanan türlerdenmiş. Ayrica camın ardında bir köpekbalığı belirmesi ihtimal dahilinde, bu da heyecana heyecan katıyor.
Konaklama için Groupon’dan indirimli bir otel seçmiştik. Genelde boyle yerler cok guzel olmaz ya, Bayview Hotel’e gidince şaşırdık: temiz, donanımlı, iki yatak odalı çok güzel bir villa verdiler. Hatta sınırsız film kiralama imkânı vardı. Normalde televizyonla pek aramız yoktur ama çocuklarla birlikte film izleyince karakterler üzerine konuşmak, duyguları paylaşmak hoşumuza gitti.
MARGARET RIVER bölgesi İtalyan nüfusun yoğun olduğu, geçim kaynağı turizm, şarapçılık ve hayvancılık olan yemyeşil bir bölge. Yol boyunca ineklerin ve kuzuların yayıldığı sonsuz tepeler, nizami üzüm bağları, bakımlı şarap evleri… “Cellar door open 10–5 pm” tabelaları, tadım için kapıların açık olduğunu duyuruyor. Her gittiğimiz yerde, “Tadım ister misiniz?” diye soruluyor. Ben Moscato, Kemal Cabernet Sauvignon seçti mesela. Ama şunu söyleyeyim: 10 kilometrelik bir alanda 15 şarap evi var; hepsinde tadım yaparsanız bir insan gerçekten hızlıca kafa bulabilir!
Benim favorim şarap değil, zeytinyağı çiftliği oldu. 15 çeşit organik zeytinyağı, envai çeşit zeytin, ekmek banmalık karışımlar ve “dukkha” dedikleri baharat karışımlarıyla dolu, çok sempatik bir dükkân… Biraz kazıklandık tabii, 50 ml zeytinyağı 10 dolarmış — ödemeyi yapınca fark ettim! Parfüm gibi küçük bir şişe. Ama anladım ki gourmet dükkânlarda durum böyle.
Margaret River’ın dondurma fabrikası, süt ürünleri üretim yerleri, peynir fabrikası, fudge factory ve tabii çikolata fabrikası var. Çoğu insan tadım için gidiyor. Biz de tabii ki o insanların arasındaydık. Kemal’le şakalaşıyorduk: “Bak şu beleşçilere, her şeyi tadacak ama bir şey almayacaklar!” diye. Ama dürüst olayım, çalışanların böyle düşündüğünü asla hissetmiyorsunuz. O bakış açısı tamamen bize özgü bir Türk refleksiymiş, onu fark ettim.
TripAdvisor da gezilecek yerleri belirlemede çok yardımcı oldu. Yallingup Maze’e gittik; yağmur yüzünden labirente biz girmedik ama İpek ve Defne girdiler. Masalardaki akıl oyunlarıyla zamanın nasıl geçtiğini anlamadık.
Sonra mağaralar bölgesine geçtik. Meğer Hindistan anakarasından koparken Avustralya’nın güneyinde 200 km uzunluğunda bir kireç taşı kuşağı oluşmuş. Zamanla bu bölge mağaralarla dolmuş. Rehber eşliğinde gezmek hem bilgilendirici hem de çok keyifliydi. Lake Cave, Ngilgi Cave, Mammoth Cave ve Jewel Cave’den üçüne vakit yetti. Fotoğraflarını mutlaka aratın; gerçekten büyüleyiciler.
Bu gezi sırasında başımıza ilginç bir şey geldi: dört mağara için kombine bilet almıştık ama ikinci gün giriş biletlerini otelde unuttuğumuzu 120 km yol yaptıktan sonra fark ettik. Ben “Bu kadar geldik, bir soralım.” dedim. Kasadaki kadın bilet aldığımız merkezi aradı, kredi kartı numaralarımızı teyit etti ve yeni bilet bastı. Hiç sorun çıkarmadan işi çözmeleri bizi çok mutlu etti.
Bir de beni büyüleyen bir plaj vardı: Indijup civarındaki Canal Rocks. Rüzgâr ve dalgaların şekil verdiği kayalar doğal bir havuz oluşturmuş. Manzara nefes kesiciydi.
Akşamları otele dönüp ısıtmalı havuza gittik. Margaret River’ın nüfusu az olduğu için her yer biraz ıssız ama bu ıssızlık insana huzur da veriyor.
Gelelim gezi boyunca moralimizi bozan tek noktaya: İpek’in Defne’ye karşı bitmek bilmeyen baskıları… İlk hediye dükkânında istiridyeli kolye istedi ama “Daha gezecek çok yer var, acele etmeyelim.” dedik. Sonra labirentte sticker kitabı gördü; “Anne bunu istiyorum, başka bir şey istemeyeceğim, çok eminim!” diye ısrar etti. Aldık. Stickerlar bitince bu kez Defne’ye, “Sen o istiridyeli kolyeyi alırsın değil mi? Benle paylaşır mısın?” diye baskı yapmaya başladı. (Onun dilinde “Paylaşır mısın?” demek “Benim olsun.” demek.) Tatil boyunca bir anda düğmeye basılmış gibi konuyu açması, tartışma çıkarması herkesin moralini bozdu.
Kemal’le ebeveynlik açısından sağlam bir sınav verdik. Defne’yi ezdirmemeye çalışırken İpek’in de ailede dışlanmış hissetmemesi için çabaladık. Sonunda ikisine de istiridyeli kolye aldık. Kutunun içindeki istiridye açılıyor, içinden çıkan inci ne renkse ona bir anlam yüklüyorlar. İpek “Success” diledi, Defne “Wealth”. İlginçtir ki ikisinin istedikleri renk inci gerçekten de çıktı.
Çikolata fabrikasında çocuklar kütüklerle oynarken Kemal’le derin sohbetler etme fırsatı bulduk. Not düşeyim: Bu blogu Kemal yazsaydı Avustralya’ya gelmek konusunda çok daha farklı düşünürdünüz. O benim kadar iyimser bakmıyor. Türkiye’de Akbank’ta proje yöneticisiyken kariyer anlamında çok daha iyi bir yerdeydi; burada küçük bir şirkette her seviyeden insanla çalışmak zorunda olmak ona ağır geliyor. “Böyle olacağını bilseydim gelmezdim.” dediği çok oldu. Şimdi gözü Amerika’da; orada daha iyi iş imkanları olabileceğini düşünüyor. Ben ise “Dört yıl uğraşıp emek verip zorluklarla kurduğumuz düzeni bir heves uğruna bozmayalım.” diyorum. Kim bilir… Belki de iki sene sonra Amerika’ya göç ettiğimizin yazısını yazıyor olurum.
Bu satırları yazmak için kızları yüzme havuzuna getirdim; onlar yüzerken kafamı toparlayıp yazdım.
Şimdi kütüphaneye gidip kitap alacağız. Akşam yemek yapılacak. Yarın Defne’nin arkadaşının doğum günü için hediye bakacağız. Cuma sabahı iki tarafımda fıtık olduğu için ultrason randevum var — dört yıl önce ameliyat olmuştum ama sınıfta yaptığım birkaç aptallık yüzünden yeniden olmuşum. Okula söyleyip tazminat almak mümkün ama uğraşmak istemiyorum; başka işe başvururken hep karşıya çıkıyor böyle şeyler.
Pazar günü bir Türk arkadaş pikniğe çağırdı. Pazartesi Anzac Günü şerefine Dawn Service var; kızları oraya götüreceğiz. Pazartesi tatil ama Salı günü okul açılıyor.
Bu tatil de böyle geçti işte. Şimdi gidiyorum. ☺️
Leave a comment
0 Comments