By: Do Ebru Marbling
Mart 2015
Öğrenciler saat 3’te gidiyor, öğretmenlerin ise 3:30’a kadar okulda çalışmaları bekleniyor.
Ben ise saat 5’ten önce çıkamıyorum. Artık temizlikçi gelince mecburen ayrılıyorum okuldan.
6 haftadır böyle.
Eve gelince de aklım hâlâ okulda… Hazırlanacak materyaller, velilerle yaptığım konuşmalar, yetişmesi gereken işler…
Artık bıktım, usandım.
Duyan da Oxford’da atom fiziği öğretiyorum zannedecek.
Arada bir böyle oluyorum. Ayarlarım bozuluyor ve gözüm başka bir şey görmüyor, aklım başka bir şey düşünemiyor.
Geçenlerde internette “Çalışan annenin evde oturan anneye mektubu” diye bir yazı okudum.
O kadar güzel yazılmıştı ki… Sanki tam bana hitap ediyordu.
Saat 3:30’dan sonrası vicdan azabı ile dolu.
Bir yanda yetiştirmem gereken işler, öte yanda “şimdi çocuklarımı alıp yürüyüşe çıkabilirdim!” düşüncesi.
Eve gelir gelmez hızlıca bir akşam yemeği, ardından kızların okuması gereken kitaplar, İpek’in spelling journal’ı…
Böyle zamanlarda insan mantıklı da düşünemiyor.
Daha iyi bir durumda mıyım, yoksa her şey daha mı kötü oldu, karar veremiyorum.
Bugün okul gezisi vardı; çocuklarla birlikte deniz kenarındaki heykel sergisine gittik.
Çarşamba günü, saat 12-2 arası… Plaj insan dolu! Deniz turkuaz, kumlar altın tozu gibi.
Ninem yaşındaki teyzeler bikinilerini üstüne çekmiş, kafalarında fiyonklu fular, dudaklarında kırmızı rujla keyifle güneşleniyorlar.
O kadar çok insan vardı ki… “Bunlar ne iş yapıyor, hiç mi çalışmıyor?” diye düşünmeden edemedim.
Sonra aklıma geldi: burada iş hayatı gerçekten çok esnek.
Çoğu insan çalışacağı günleri kendi seçebiliyor.
Öğretmenler bile “Ben cuma günleri çalışmıyorum” diyebiliyorlar; yerine bir başkası bakıyor.
Durum, 2,5 yıl öncesine göre çok farklı.
Batmamak için dev dalgalarla boğuşan gemimiz önce dümeni doğrulttu, sonra da rüzgar yelkenlerimizi öyle bir doldurdu ki...
İşten, güçten kafamızı kaldıramayacağımız kadar hızlı bir tempoya kapıldık.
Şimdi yolculuğun keyfini bile çıkaramadan ilerliyoruz.
Bakalım sonu ne olacak...
Umarım bir gün limana vardığımızda, o kadar aceleyle ulaştığımız yerin aslında kemiklerimizin çürüyeceği bir çukur olduğunu fark edip hayal kırıklığına uğramayız.
Tamam, o çukur her zaman orada…
Ama inşallah Allah bize yaşadığımız anın farkına varma bilgeliğini verir.
Kavga dövüş, sonunda kızlar yattı.
Beş kere filan “sarılma ve iyi geceler öpücüğü” faslı yaşandı.
Sonra artık kızınca, kalpleri kırık bir şekilde yattılar diye üzülüyorum.
Eve geldiğimde enerjim bitmiş, dilim tükenmiş, damağım kurumuş oluyor.
Sadece yanlarında oturup onları izliyorum. Konuşmaya mecâlim yok.
Çalışmasan bir türlü; çalışsan bir türlü.
Sanırım içinde bulunduğum bu ikilemden asla çıkamayacağım.
Tıpkı bu yazıyı okuyan bazılarınızın “Avustralya’ya gitsek mi, gitmesek mi?” diye düşünmesi gibi.
Söylenecek bir son söz yok. Herkesin cevabı farklı olacak.
Ama yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Hayat = Mücadele.
Kim bilir...
O plajda güneşlenen teyzenin kafasında kaç tilki dönüyordu? :)
0 Comments