Mayis 2015, Bati Avustralya
Hafta içi bir türlü uyanamazken hafta sonu sabahın 6’sında uykum kaçtı. Kızları alıp bir arkadaşımı görmeye ortaçağ festivaline gittik. Hava yağmurlu ve soğuktu; gerçekten donduk. Oradan alışverişe geçip Defne’nin yarınki doğum günü için eksikleri aldık. İpek’e de Elsa kostümü aldık ama kıskançlıkta zirve yapmış durumda.
Telefonda danışmanını arayıp konuşacağını söyledi ama istediği danışman müsait değilmiş. “O zaman aynı soruları bana sor, ben seni dinleyeyim, rahatla.” dedim. Başladı anlatmaya:
“Kız kardeşim doğum günü olacak diye bana patronluk taslıyor. Sanki her şeyi o biliyormuş gibi davranıyor. Ben ablayım ama o büyükmüş gibi davranıyor.”
Zavallı Defne, İpek’in söylediklerini yüzünde dehşet ifadesiyle dinliyordu. Üzüldüğü her hâlinden belliydi. Sonra İpek’e “Kardeşini seviyor musun?” diye sordum, “Hayır.” dedi. Üstelik “Kardeşim bana you are a weirdo, you can’t do that, but I can! diyor.” diye ekledi. Hepimiz şaşkınca bakınca “Yok aslında öyle değil,” diye düzeltti. Psikolojideki yansıtma tam olarak böyle bir şey işte: Kendi yaptıklarını karşı taraf yapıyormuş gibi anlatmak.
İpek 8 yaşına girmek üzere ama ne yazık ki ağlamadığı, mızıldanmadığı, kendini yere atıp yüksek sesle söylenmediği gün neredeyse yok. Bu akşam da yemeğini masada yemedi; tam uyku öncesi “Acıktım, böyle yatamam.” diye mızıldanmaya başladı. “Bu yemek saati değil, yemek vermem.” dedim. Herkesin sinirini bozduktan sonra gidip kendi başına bir şeyler yiyip yattı.
Son günlerde ağzını her açtığında bir şey istiyor:
“Bunu yapabilir miyim? Onu alabilir miyiz? Buraya gidebilir miyiz?”
Bazen sadece onunla sohbet etmeyi, havadan sudan konuşmayı özlüyorum. Günümüz hep soru–cevap şeklinde geçiyor. Yabancılar buna demanding diyor; sürekli bir şeyler talep etmek. Elbette bazı soruların cevabı “hayır” oluyor ve İpek bunu kaldıramıyor. Hem kendi morali bozuluyor hem de bizimkini bozuyor. Sürekli “But I really want it.” diyor. Ben de içimden “But I really want peace.” diyorum. Dünyanın onun etrafında dönmediğini ne zaman anlayacak, onu nasıl öğreteceğiz bilmiyorum.
Çatışmalar bittikten sonra kedi gibi gelip sarılıyor, yumuşacık konuşuyor ama ne Kemal’de ne bende hal kalmış oluyor. Tüm enerjimizi tükettikten sonra ona hiçbir şey olmamış gibi davranmaya çalışmak… Onun psikolojisinde olumsuz bir iz bırakmamak için derin nefes alıp sakin kalmaya çalışmak… Yaşananlardan ders almasını beklerken ertesi gün aynı tavırla karşılaşmak… İşte anne-babalığın en zor yönü bu.
Mesela diş fırçalama konusu. “Eğer istediğin buysa gidip fırçalayacağım.” diyor. “Benim istediğim değil, yapman gereken bu!” demekten yoruldum.
Bazen düşünüyorum: Defne ilk çocuk olsaydı büyük ihtimalle hiçbir şeyi takmazdı. Ama İpek, kardeşini kaldırabilecek bir yapıda hiç değil. Nasıl bu kadar kin ve öfke biriktiriyor anlamıyorum.
Çocuklarımı bazen bir film izler gibi izliyorum. Hamlelerini önceden kestiriyorum, davranışlarını kafamdaki şablonlarla açıklıyorum. İleride ne olur bilmiyorum ama şu anda onları avucumun içi gibi tanıdığımı düşünüyorum. Öğretmenlikte davranış yönetimiyle ilgili verilen en önemli tavsiye şudur: Sorunu önceden sez, davranış sorun yaratmadan önce durdur. Evde de sürekli radar gibiyim. “Bu konuşmanın sonu kötüye gider… Az sonra sandalye kavgası çıkar… Şimdi İpek bunu isteyecek…” diye tahminler yapıyorum. Buna rağmen berbat sayılacak günler geçiriyoruz.
Umarım zamanla birbirlerini daha iyi anlar, birbirlerini rakip değil ekip arkadaşı olarak görürler. Evlat işte… Atsan atılmaz, satsan satılmaz. Elimizden gelen tek şey, Urfa deyimiyle, “Allah seni islah etsin ” demek. 💛
Leave a comment
0 Comments