Karşı komşum Shelley ile tanistim. Kocası Malezya’da bir üniversitede profesörmüş; burada iş bulmak zor olduğu için son dört yıldır orada yaşıyormuş. Shelley ve çocukları ise burada kalmış. Kendisi fizyoterapist. Büyük kızı öğretmen, oğlu da öğretmen, küçük kızı ise fizyoterapi okuyor. Oğlu hobi olarak sihirbazlık yapıyormuş ve şimdi yaklaşık 150 kişilik bir grupla tüm Avustralya’yı dolaşacak bir turne için teklif almış. Bir yıl boyunca konteynerlerle şehir şehir gezip gösteriler yapacaklarmış. Annesine, yani komşuma da bu grubun özel hemşiresi olup bir doktorla birlikte ekibin sağlığından sorumlu olacağı bir rol teklif etmişler. Eğer kabul ederse oğlu ile birlikte turneye çıkacak. “Henüz karar vermedim,” diyor.
Geçen gün Shelley beni anneler günü icin kilisesinin duzenledigi ozel bir kahvaltıya davet etti. Buranın en büyük ve en şık oteli Crown’da düzenlenmişti. Salon son derece bakımlı, yüzlerce kadınla doluydu. Herkes güler yüzlü ve samimiydi. Gözlerimiz burada bu kadar şık insan görmeye alışmamış. Özellikle Güney Afrikalı kadınlar çok ilginçti. Bol bol saç ve kıyafet analizi yaptık.
Konuşmacı olarak bir kadın çıktı. Ben dini içerikli bir konuşma beklerken, o kendi hayat hikâyesini anlatmaya başladı. Olduğu gibi aktarayım:
“Sekiz yaşındaydık. O gün bizi okuldan babam almaya geldi. Ben ve ablam çok sevinmiştik, çünkü babamın gelmesi eve arabayla döneceğimiz anlamına geliyordu. Babam, annemin hastanede olduğunu ve iyileşinceye kadar birkaç günlüğüne anneannemizin yanında kalacağımızı söyledi. Sonradan anladık ki babamın başka bir ailesi varmış. O gün anneme bunu itiraf edip onu terk edeceğini söylemiş. Annem de bu acıya dayanamayıp kendi canına kıymaya kalkmış, bu yüzden hastaneye kaldırılmış. Biz eşyalarımızı bile alamadan, arkadaşlarımıza veda bile edemeden başka şehirdeki anneannemizin evine gönderildik. ‘Birkaç gün’ dedikleri süre sekiz yıl sürdü. Annem bazen bizi ziyarete gelirdi, ağır ilaçların etkisinde hayalet gibi görünürdü. Onu üzmemek için elimizden geleni yapardık. Babam bize yeni eşiyle geldiğinde nasıl davranacağımızı bilemezdik. Bir yandan ona kırgındık, bir yandan da nazik olmamız gerektiğini hissederdik.”
Yüzlerce kişilik salonda çıt çıkmıyordu. Herkes nefesini tutmuş, kadının anlattıklarını dinliyordu. Kadının sesi o kadar etkileyiciydi ki adeta bizi içine çekti. Yaklaşık bir saat süren konuşmada beni derinden etkileyen, tüylerimi diken diken eden birçok şey vardı. O kadar yokluğun, acının içinde anneannesi onlara sevgiyle, neşeyle, şefkatle bakmış. Yıllar sonra kadın babasının yanına Londra’ya gitmiş; üvey annesi ona her türlü kötülüğü yapmış. Üvey annenin kardeşi Sidney’de yaşıyormuş ve sürekli onu buraya davet ediyormuş. Kadın sonunda bu teklifi kabul etmiş ve buraya yerleşmiş. Burada tanıştığı iyi insanlar sayesinde yaşadığı tüm acılara rağmen yeniden hayata tutunmuş.
Anneler Gününde, herkesin zaten duygusal olduğu bir anda dinlediğimiz bu hikâye bende garip bir huzur bıraktı. Kadın ne duygusal sömürüye kaçtı, ne de kendini acındırdı. Vaaz yoktu, kibir yoktu, sadece hayatta her şeyin bir nedeni olduğuna dair güçlü bir inanç vardı. Bazen ters giden şeylerin içinden çok güzel sonuçlar doğabileceğini hatırlattı. Hayatı bana Marie Rose Balter’in hikâyesini çağrıştırdı: acının içinden doğan güç ve umut.
Kahvaltıdan sonra Shelley ile evin yakınındaki nehir kenarındaki bir kafeye gittik. Saatlerce sohbet ettik. Gerçekten içten, samimi bir dost. Akşamları uğrayıp bize ekmek, pasta getiriyor. Ben de ona Buket’in yaptığı baldan götürdüm. Çocukları terbiyeli, yardımsever insanlar. Onunla konuşurken farklı inançlardan olsak da aramızda bir duvar hissetmiyorum. Ilginctir ki koyu Hristiyan olan Shelley ile tanıştıktan sonra Allah’a daha çok dua etmeye, hayatın anlamı üzerine daha çok düşünmeye başladım.
Leave a comment
0 Comments