Date: November 3rd, 2012
Hayat böyle işte. Hangi köşe başında seni neyin beklediğini bilemezsin. Sen kalk Türkiye'den gel, onlar kalksın İran'dan gelsin, Avustralya'da buluşun ve insanoğlunun aslında özünde ne kadar bir ne ne kadar aynı olduğunu her ikiniz de damarlarınıza kadar hissedin. Meryem ile Mandurah Göçmen Merkezi vasıtasıyla tanıştık. Kendisi de benim gibi bir İngilizce öğretmeni; eşi de inşaat mühendisi. 4 ay önce İran'dan New South Wales eyaletine bizimle aynı vizeyi alarak gelmişler. 1 ay orada kaldıktan sonra Perth'teki arkadaşlarının tavsiyesi ile bu bölgeye taşınmışlar ve Mandurah'a yerleşmişler. Geçtiğimiz hafta içi, bir sesini duyayım, ne yapıyorlar diye sorayım diye aradım. Hemen, "Hadi gelin, bir akşam beraber oturalım." dedi. Dün akşam onlara gittik. Bizden başka 2 İranlı aile daha vardı. Çocuklarla birlikte toplam 14 kişiydik. Zaten içeriye adım attığımız andan itibaren dostlar arasında olduğumuzu hissettik. Ne Türkçe ne Farsça konuşuyorduk ama güzel, koyu bir sohbet başladı. Meryem ve arkadaşı Mehri, Azeri asıllılarmış. Türkçeyi anlıyorlar ama konuşamıyorlarmış. Konuşma arasında ortak kelimeler bulunca birden sesler yükseliyor hepimiz bir heyecanlanıyor, gülüyorduk. Göçmenlik şartlarımızdan,çocukları okula göndermenin inanılmaz hafifliğinden, Nevroz bayramından, kaçay çaydan, Orta Asya kültürünün güzelliğinden, eşsizliğinden ve daha birçok şeyden konuşa konuşa geceyarısını getirdik. Onların da yaşadıkları, duyguları bizimkilerden farklı değildi. Misafirlerden birisi Yüksek Fizik Mühendisiydi; İran'da savunma sistemleri alanında kendi şirketi varmış. İki çocuklarıyla buraya gelmişler, bir part-time iş bulmuş ama hala kendi alanında iyi bir iş arıyormuş. Öyle şeker insanlar ki gülmekten yüzümdeki kaslar yoruldu. Dün gece ağlanacak halimize güldük resmen, hem de öyle böyle değil, çok güldük. İçimizde bir yerlerde hepimiz biliyorduk ki attığımız adım zor bir adımdı ve güçlüklerle karşılaşmak kimi zaman ağır geliyordu ama eninde sonunda basarılı olacaktık ve bu zor süreci atlatmanın en güzel yolu kendimizle dalga geçmekti. Bu dostumuz aynı zamanda usta bir balık avcısıymış, 3 haftada 48 tane balık yakalamış hem de bizim burnumuzun dibindeki sahilden. Birisinde balık kendisini çok fena (elektrik) çarpmışsa da "Balıkların hepsi çok lezzetli" diyor. Bir sonraki buluşma bizde olsun diye çok ısrar ettim ama kabul etmediler, bu defa da Eli'lere gideceğiz. İranlı çok aile varmış burada. Yaklaşık 10 aile sık sık görüşüyorlarmış. Artık 11 olduk diyorlar. Biz de kendimize çok yakın bulduk onları. Hatta öyle oldu ki bir saf oluşturduk ve "Ya şu Avustralyalıların aksanı ne kadar garip, vs. " diye onları çekiştirirken bulduk kendimizi. Adamların ana dili, ama biz beğenmiyoruz:) Sanki daha iyisini biliyormuşuz gibi:)
Oradaki herkes kendi ülkelerinde gayet varlıklı ve iyi durumdalarmış. Buraya gelmelerinin tek sebebi çocukları için daha iyi bir gelecek ve daha medeni bir yaşam arayışıymış. Onların Tahran'dan bizim İstanbul'dan ayrılma sebeplerimiz çok yakındı : kalabalık şehir, trafik, kargaşa, koşuşturmadan yaşamaya zamanın kalmaması. Meryem bazı insanların buraya gelişlerini çok farklı biçimde yorumladığından dert yandı. "Bazıları bizim buraya gelmek zorunda kaldığımızı sanıyorlar,bu beni deli ediyor! Oysa buraya gelmeyi biz istedik, bunu tercih ettik." dedi. Gerçekten de bu davranışımızın altında yatan sebepleri birer birer açıklamak zor; hem buradaki Avustralyalılara hem de memlekettekilere. Göğüs germemiz gereken bazı zorluklara karşın hepimiz bu kararı verebildiğimiz için kendimizle gurur duyuyorduk. İnsan dünyaya bir kere geliyor ve yapabileceği şeyleri yapmalı, denemekten korkmamalı. Yalnızlık benim en korktuğum şey. Aileme, köklü dostluklara, arkadaşlıklara çok önem veririm ama bu yaşımda dün öğrendiğim bir şey var: yeni dostlar edinmek, bağlar kurmak o kadar da zor bir şey değil. İster çekim yasası deyin ister başka bir şey, bir yerden bir şekilde gönül, dostlarını buluyor.
Öyle bir tecrübe ki burada yaşadıklarım, kolay kolay ifade edilemez. Türkiye'de yaşadığım, beni ben yapan 32 yılın beynime ve kişiliğime kazıdığı izlerden tamamen farklı izler bırakıyor geçen günler. Düşünüyorum da, nasıl bir egom varmış benim Türkiye'de... Ben çok iyi okullarda çalışmışım, eşim o kadar iyi bir pozisyonda, istediğimiz çoğu şeye sahip olabilecek durumdayız, evde yatılı yardımcı,gayet iyi İngilizce konuşuyorum vs. Burada herkes senden iyi konuşuyor, buraya gelince kimse senin kim olduğunu, ne olduğunu bilmiyor. Bundan çok daha önemlisi TAKMIYOR! İnsan ol, yeter! Ne giydiğin kıyafetler, ne taktığın takılar ne de yaptığın iş sana bir ayrıcalık katıyor. Herkese saygı duyuluyor, sokağı temizleyen çöpçüden çayını getiren garsona, belediye başkanından başbakana kadar her insana aynı nezaketi göstermelisin. Kemal geldiğimizin ikinci haftası bir expo fuarına gitmişti. Orada sosis almış filan yiyormuş, bir de bakmış fotoğraf çekiliyor, bir kadın herkesin elini sıkıyor, insanlarla konuşuyor, gülümsüyor. Kemal de selamlaşmış filan. Meğer başbakan Julia Gillard'mış yanındaki. Ertesi gün gazetede gördü "Haa ben bu kadını orada görmüştüm" filan dedi, çok güldük. Kısacası egonuzu soyup askıya asıyor, onsuz yaşamayı öğrenmeye başlıyorsunuz. Bende devreler yanmasa iyi...
Bir söz var: "Senin zenginliğinin gerçek ölçüsü tüm paranı kaybettiğinde ne kadar edeceğinden belli olur" diye. Henüz tüm paramızı kaybetmesek de kürkü çıkartıp yaşamak hayatta gerçekten önemli olan şeylerin ayırdına varmamıza yardımcı oluyor. Bazen sinirli, telaşlı, sabırsız hallerdeyken Defne etrafımda dolanıyor inişli çıkışlı sesi ve komik tonlamasıyla bana bir şeyler anlatmaya çalışıyor. O anlarda durup düşünüyorum, iş de bulunur, para da kazanılır, her şey olur; ama o çocuk bir daha o yaşına gelip bana o şeyi anlatmaz. Dizlerimin üzerine çöküyor, koca koca açılmış gözlerine ben de hayretle bakıyorum ve farkına varıyorum aslında her şeyimiz var. İnsan ister sarayda yaşasın, ister multi-milyarder olsun görmeyi bilmiyorsa hiçbir şeyi yoktur; tersi de geçerli hiçbir şeyin yoksa bile zenginlik gönlündedir, yaşa gitsin!
Bugün hava çok değişikti, bir yağmur bir güneş! Çocuklar evde çok kudurdular, önüme kattım; madem öyle işte böyle, 2 saat yürüdük. Evden o kadar uzaklaşmışız ki geri dönüş için Kemal'ciğim gelip bizi aldı. Yukarıda yazdıklarım aslında parkta yatıp gökyüzündeki bulutları izlerken geldi aklıma. Ne kadar uzak olsak da o kadar yakınız ki aslında baba-evimize, dostlarımıza, sevdiklerimize. Nereye gitsem benimle geliyorsunuz, her satırıma ilham oluyorsunuz.
Leave a comment
0 Comments